William I. Thomas ve Florian Znaniecki’nin (1918) Avrupa ve Amerika’da Polonyalı Köylü (The Polish Peasant in Europe and America) adlı çalışması ile Manuel Castells ve Gustavo Cardoso’nun (2005) Ağ Toplumu (The Network Society) adlı çalışmalarında göçmenlerin sahip oldukları sosyo-kültürel ağları takip ettikleri konu edilir.

Bu yaklaşıma göre, göçü belirleyen unsurlar daha çok ekonomik koşullar, iktidar politikaları, toplumsal değerler ve ulaşım imkânları gibi etkenlerdir. Göçmenler ve hatta mülteciler, toplumsal ve kültürel ağlar içinde hareket ederler. Bu ağlar tarihsel süreçler içinde oluşurlar ve göçmenler kendilerinden önce göç eden akraba veya yakınlarının izlerini sürerek göç güzergahlarını çizerler. Göç süreçlerinde kimin gidip kimin kalacağına karar veren birtakım toplumsal, kültürel ve geleneksel kontrol mekanizmaları vardır. Bu mekanizmalar, ailece mi, yoksa sadece tek bir kişinin mi (genç erkek veya kadın) göç edeceğine karar verilmesinde etkili olur.

Suriyeli mültecilerin hareketliliğini anlayabilmek için de bu teorinin bizlere yol gösterdiği düşünülebilir. Suriyeli mültecilerin savaşın başlamasıyla birlikte sınırın hemen ötesinde bulunan akrabalarının veya tanıdıklarının yanına sığınmaları ya da İstanbul’da mevcut olan akrabalık veya hemşerilik ağlarını takip ederek daha uzağa gitmeleri bu teorinin yardımıyla daha kolay anlaşılabilir. Öte yandan, Avrupa Birliği ülkeleri arasında Almanya’nın Suriyeli mülteciler tarafından büyük ölçüde tercih edilme nedenlerinden birisinin yine Almanya’daki mevcut sosyal ağların olduğu görülüyor.

Mevcut aile, akrabalık ve tanıdık bağları, göçmenlere ve mültecilere göç edilen ortama uyum sağlamaları açısından da çok önemli. Mültecilerin karşılaştıkları misafirperverliğin, tanıdık yüzlerin, değerlerin, dilin ve kültürün onlara dostane ortamlar sunmak açısından çok önemli olduğu biliniyor). Öte yandan, ailevi ağlar çok önemli olsa da, zaman zaman birtakım problemleri de beraberinde getirebilirler. Ailevi bağlar ve akrabalık ilişkileri, göçmenler ve mültecilerin göç edilen yeni mekân konusunda büyük beklentiler içine girmelerine neden olurken, bu beklentilerin gerçekleşmemesi durumunda ailevi ilişkilerin büyük hasar görmesine de neden olabilirler. Tüm bunların yanı sıra, bu tür sosyo-kültürel ağlar aynı zamanda, insan ticareti ve kaçakçılığı için de zaman zaman istismar edilebilir.

2016 yılında Hayata Destek Vakfı ile birlikte İstanbul’da ikamet eden Suriyelilerle yapılan 120 kadar anket araştırmasında  anavatandan uzakta var olan kültürel, etnik, dilsel ve dinsel bağların Suriyelilerin İstanbul’u tercihlerinde çok önemli olduğunu gözlemledik. Bu tür bağlar, mültecileri anavatandan uzakta gündelik hayatın zorluklarından koruyup, onlara etnik, kültürel, dinsel ve dilsel yakınlığın sağladığı sıcaklığı getiriyor ve böylece yeni kentsel mekâna daha hızlı bir şekilde uyum sağlamalarına yardımcı oluyor. Bu tür güçlü veya zayıf ağlar, internetin sosyal ağlara erişimini kolaylaştırması ile birlikte göç güzergâhlarını şekillendirmekte daha da belirleyici hale geldi.[1]

 

Tarihî bellekte Halep’in izleri ve Toplumsal Ağlar

İstanbul’da yaşayan Suriyeli mültecilerin %86’sı Halep kökenli. Türkiye genelindeki Suriyelilerin yine aynı oranda Halepli oldukları biliniyor. Suriye İç Savaşı başlar başlamaz, Suriyeli mültecilerin canlarını kurtarabilmek için Türkiye, Ürdün ve Lübnan gibi ülkeleri tercih etmelerini sadece bu ülkelerin coğrafi anlamda Suriye ile komşu olmalarıyla açıklamak yeterli olmayacaktır. Geçmişte Osmanlı coğrafyasının parçası olan bir ülkenin yurttaşları, yani Suriyeliler, yine aynı coğrafyanın diğer parçaları olan Türkiye, Ürdün ve Lübnan’daki akrabalarının ve yakınlarının yanına gitmeyi tercih ettiler . Kilis, Gaziantep, Urfa, Hatay gibi kentlerin Osmanlı İmparatorluğu zamanında İstanbul ve İzmir’den sonra imparatorluğun üçüncü büyük metropolitan ve kozmopolitan vilayeti olan Halep’e idari olarak bağlı oldukları gerçeği de hatırlanacak olursa, Halep ile bölgede Türkiye sınırları içinde kalan kentlerin tarihî ilişkisi daha iyi anlaşılacaktır.

İstanbul’da, özellikle Fatih’te yaşayan Suriyelilerin neden bu kenti kendileri ve aileleri için tercih ettikleri sorusuna verdikleri yanıtlarda da Osmanlı’dan bugüne devam eden kültürel, dinsel ve tarihsel bağların fazlasıyla altının çizildiği görülmektedir. Bizim İstanbul’da yaptığımıza benzer bir diğer çalışmayı 2016’da Kristin Fabbe, Chad Hazlett ve Tolga Sinmazdemir, Urfa, Gaziantep, Hatay ve İstanbul’da gerçekleştirdiler ve benzeri gözlemlerde bulundular.

Savaş öncesi dönemde Suriye’nin en önemli ticaret bölgelerinden biri olan çok kültürlü ve kozmopolitan Halep, bugün  harabeye dönmüş durumda. Haleplilerin önemli bir kısmı canlarını kurtarabilmek için özellikle Türkiye’deki akrabalarının, tanıdıklarının yanına, kendileri için açılan kamplara veya daha uzaklarda bir yerlerde var olan sosyal sermayelerini kullanarak yeni coğrafyalarda sığınmak durumunda kalmışlar.

Bilindiği üzere, Osmanlı İmparatorluğu tebaasını etnik kimlikler üzerinden değil, dinî kimlikler üzerinden tanımlar ve kaydederdi. Ancak yine de, 1903 tarihli Salname, Halep’in etno-kültürel açıdan ne denli kozmopolitan bir vilayet olduğu konusunda önemli ipuçları veriyor (Watenpaugh, 2005). Söz konusu Salname’nin bize söylediğine göre Halep vilayetinin nüfusu, Müslüman Türkler, Araplar, Türkmenler, Çerkesler, Maruniler, Kürtler, Ortodoks Rumlar, Katolik Rumlar, Ermeniler, Süryaniler, Protestanlar, Keldaniler, Latin Katolikler ve Mirzahi ve Safarad Yahudilerden oluşuyordu. 1922 yılına kadar Beyrut’un yanı sıra Halep, Ermenilerin yoğun olarak yaşadıkları bir merkez haline gelmişti. Bu dönemde Halep’te yaşayan Türkçe konuşan Ermeni sayısının elli bini aştığı görülüyor. 1918 yılı itibarıyla Osmanlı’nın egemenliğinin son bulduğu kentte yaşayan Türklerin, şehri idare eden yeni idareciler tarafından terki diyar etmeleri istenmişti. Dönemin Halep vilayetini yönetenler aynı zamanda pan-Arabist ideolojinin de kurucuları olan ve Hicaz Emiri olarak da bilinen Prens Faysal önderliğindeki Arap kabileleri olmuştu.

İstanbul’u Tercih Nedenleri

Görüşme yapılan Suriyeli mültecilere İstanbul’u neden tercih ettikleri sorulduğunda %55’lik bir kesimi iş fırsatlarının fazlalığını ifade ederken, yaklaşık %31 kadarı sahip oldukları sosyal ağları, %13 kadarı güvenli bir kent olmasını ve %1 kadarı ise Avrupa’ya gitme olanakları sunma ihtimalinin altını çizdiler. Görüldüğü üzere, İstanbul’un istihdam olanaklarının ve mevcut sosyal ağların fazlalığı nedeniyle tercih edildiğini söylemek mümkün. Bu iki önemli unsurun yanı sıra, İstanbul’un savaşın yaşandığı Suriye topraklarına uzaklığının da yine İstanbul’un tercih edilmesinde önemli bir rolü olduğu görülmektedir. İstanbul’un Avrupa’ya açılan kapı olması nedeniyle tercih edildiğini söyleyenlerin oranı ise yok denecek kadar az.

İstanbul’un mültecileri veya göçmenleri cezbeden bir diğer yanı ise konut piyasasının mültecilerin ihtiyaçlarına yanıt verebilecek seçenekler sunması. Konut arzının fazlalığı, mültecilerin özelikle Fatih, Bağcılar ve Başakşehir gibi ilçelere yerleşmelerinde etkili olmuş. Görüşme yapılan Suriyeli mültecilerin %95’i kiraladıkları apartman dairelerinde yaşadıklarını ifade ederken, bu dairelerin çoğunlukla ekonomik zorluklar nedeniyle apartmanların birinci katı veya bodrum katında olmaları dikkat çekiyor. Yaşadıkları ilçelerin bir kısmında Suriyelilerin birtakım diasporik alanlar yarattıkları gözlenmektedir. Halep’ten bir parçaymış gibi uzaklarda bir yerlerde inşa edilmiş diasporik alanların en iyi örneklerini Fatih ilçesinde görmek mümkün. Bu tür diasporik mekânlarda, üzerlerinde Arapça yazıların dikkat çektiği restoranların, cafélerin, pastanelerin, küçük işyerlerinin, atölyelerin ve call-shopların (telefonla arama noktaları) sıklığı dikkat  çekiyor.

İstanbul’un görüşme yapılan Suriyeliler tarafından güvenli bir yer olarak tanımlandığı görüldü. Savaşın yaşandığı bölgeye uzaklığını göz önünde bulunduran mültecilerin %93 kadarı İstanbul’da kendilerini güvende hissettiklerini söylerken, %7 kadarı güvende hissetmediklerini ifade etmişlerdir. Çapraz tablolamalar, kendilerini güvende hisseden mültecilerin İstanbul’u sadece savaş bölgesine uzaklığı nedeniyle değil, aynı zamanda kültürel ve dinsel açıdan kendilerine yakın görmeleri nedeniyle tercih ettiklerini göstermiştir. Öte yandan, İstanbul’da bulunan belediyelerin sağladığı iaşe (barınma, beslenme) hizmetlerinin, cami gibi geleneksel dinî nitelikli dayanışma mekanizmalarının ve uluslararası yardım kuruluşlarının varlığının da Suriyeli mültecilerin İstanbul’da kalmaya yönelik motivasyonlarını artırdığı saptandı. Her ne kadar sosyal hizmetler, eğitim ve sağlık hizmetlerine erişim konusunda sıkıntıların çok olduğu ifade edilmiş olsa da savaş coğrafyasına uzaklığı, tarihsel-kültürel-dinsel yakınlığı, konut ve iş piyasasının sağladığı imkânlar nedeniyle İstanbul’un Suriyeli mülteciler için cazip bir metropolitan kent olduğu görülüyor

Gündelik Hayatın Zorlukları…

Gündelik hayatta karşılaşılan sorunların niteliklerinin de araştırıldığı bu çalışmada, Suriyeli mültecilerin öncelikli olarak işsizlikten yakındıkları görüldü (%30). Karşılaşılan diğer zorluklara bakıldığında ise, Türkçe konuşamama (%17), yoksulluk (%13), iş piyasalarında sömürü (%12), ayrımcılık (%11) ve sosyal hizmetlere erişim (%8) gibi konularda karşılaşılan sorunlar dile getirildi. Öte yandan, toplumsal cinsiyet ve gündelik hayatta karşılaşılan sorunlara ilişkin çapraz tablolamaların verdiği sonuçlara göre, kadınlar gündelik hayatta ayrımcılık ve Türkçe dilini anlayamamak-konuşamamaktan kaynaklanan sorunlarla daha fazla karşılaştıklarını ifade ederken, erkekler ise işsizlikten yakındılar. Suriyeli mültecilerle yapılan odak grup görüşmelerinde de görüldüğü üzere, kadınların gündelik hayatta ailenin sağlık, eğitim ve komşularla olan ilişkiler konusunda erkeklere oranla çoğunluk toplumunun bireyleriyle daha fazla müzakere etmek durumunda olduklarından yukarıda ifade edilen sorunları daha sıklıkla yaşadıkları saptandı.

Suriyeli mültecilere, geçici bir süre için de olsa eğitim, sağlık ve barınma hizmetlerine erişim hakkı veren Geçici Koruma Yönetmeliği’ne (2014) tabi olan Suriyelilerin, bu statünün kendilerine sağladığı hakların geçici olması nedeniyle kendilerinin ve ailelerinin geleceğini yeterince güven içinde görmedikleri ve bu nedenle kendilerini bir tür limbo içinde hissettikleri anlaşılıyor. Bu limbo durumunun Suriyelilerin içinde bulundukları sosyal alanlara yeterince entegre olabilmelerini, çocuklarının eğitim kurumlarına kanalize olabilmelerini, daha sağlam temellere oturan komşuluk ilişkileri geliştirmelerini engellediği ve dolayısıyla Türkçe dilini öğrenecek motivasyonu geliştiremedikleri anlaşılmaktadır. Ayrıca, Türkçe dilini öğreten programların ve kurumların sınırlılığı da görüşme yapılan kişilerin bir kısmı tarafından ifade edildi. Mülteciler tarafından dile getirilen diğer bazı sorunlar ise, onların psikolojik ve psikiyatrik destek konusunda ne denli büyük bir ihtiyaç içinde olduklarını gösteriyor. Yalnızlık ve dışlanma hissi ile yasta olma hali sıklıkla dile getirilen sorunlar arasında bulunuyor.

Ancak, yoksulluğun Suriyeli mülteciler için en önemli sorun olarak tecrübe edildiği görülüyor. 2016 yılı Ocak ayı itibarıyla İstanbul’da yaşayan altı kişilik bir Suriyeli ailenin aylık gelirinin ortalama yaklaşık 1.500 TL olduğu saptandı.. Bu rakamı dört kişilik bir ailenin yoksulluk sınırı ve açlık sınırına kıyasladığımızda, 2015 yılı Aralık ayı verilerine göre saptanan 1.385 TL’lik açlık sınırına yakın olduğu ve 4.714 TL civarındaki yoksulluk sınırının ise çok altında olduğu görülüyor. Suriyelilerin gıda tüketimine bakıldığı zaman, hanelerde en çok ekmek ve makarna gibi karbonhidrat  ve mümkün oldukça sebze ve meyve tüketimi yapıldığı görülüyor. Diğer alanlarda tüketimin yeterli olmadığı görülüyor. . Evrensel ölçekte yapılan çalışmalarla bu veriler kıyasladığı zaman, mültecilerin %12’sinin yiyecek tüketim skorunun çok zayıf olduğu, %15’inin sınırda olduğu ve %73’ünün ise ortalama değerlerde seyrettiği görülüyor.

 

Sonuç: Kalmak mı yoksa Gitmek mi?

Suriyeli mültecilere Avrupa’ya gitmeyi isteyip istemedikleri doğrudan soruldu ve yine yaklaşık %1,5’lik bir kesimin bu soruya olumlu yanıt verdiği görüldü. %98,5’lik bir ezici çoğunluk ise İstanbul’da yaşamaktan görece mutlu olduklarını ifade ettiler. Bunun nedeni sorulduğunda ise büyük ölçüde İstanbul’un güvenli bir yer olması, kültürel açıdan yakın hissetmeleri, yakınlarının yaşadığı bir yer olması ve iş olanaklarının fazla olması gibi nedenler  öne çıktı.

Kristin Fabbe, Chad Hazlett ve Tolga Sinmazdemir’in geçtiğimiz yıl Urfa, Gaziantep, Hatay ve İstanbul’da gerçekleştirdikleri alan çalışmasında da mülakat yapılan 1200 Suriyeli’nin sadece % 5’inin Avrupa’ya gitmeyi planladıkları saptandı. Gerek bizim gerekse diğer araştırmacıların saptamaları, bugün Avrupa Birliği ülkelerindeki mevcut korkunun aslında ne denli asılsız bir korku olduğunu gösteriyor. Suriyeliler akın akın AB ülkelerine göç etme arzusunda değiller. Onlar, savaşın bir an önce bitmesiyle birlikte kendi ülkelerine geri dönme niyetindeler. Bizim saptamalarımız, yine Türkiye’deki mevcut korkunun da maddi temeller üzerinde oturmadığını gösteriyor. Bizim çalışmamızda İstanbul’da yaşayanların %80 kadarının, Kristin Fabbe, Chad Hazlett ve Tolga Sinmazdemir’in çalışmalarında ise mülakat yapılan kişilerin % 90 kadarının savaşın bitmesiyle Suriye’ye dönmeyi arzu ettikleri görülüyor.  

Öte yandan, yeri gelmişken bir dipnot vermekte fayda var. Uluslararası Göç Örgütü (IOM) tarafından 2017 yılında Türkiye’de bulunan Irak, Afganistan, İran ve Somalili mültecilerle yapılan geniş ölçekli bir araştırmada bu kişilerin % 73’ünün AB ülkelerine gitmeyi arzuladıkları tesbit edilmiştir. Bu kişilerin daha çok tek bireyler halinde yolculuk yaptıkları, Suriyelilerin ise yoğunluklu olarak aileler şeklinde hareketlilik içinde bulundukları unutulmamalı. Dolayısıyla, göçün türü ve kaynağı göç sürecindeki kararları belirliyor. Suriyeliler’in hiç istemedikleri bir savaşın neticesinde evlerinden uzaklaşmak zorunda olduklarını hatırlatmakta fayda var. Ancak, bu durum Suriyeli olmayan ve sayıları yaklaşık olarak 500 bini geçen diğer mültecilerin göç etme nedenlerini de azımsamamızı gerektirmez.

Göç her haliyle travmatiktir. Göçmenleri ve mültecileri, kendi ülkemizde bulundukları sürece, toplumsal yaşantımızın her alanına entegre ederek onların insanca yaşamalarına katkıda bulunmuş olacağımızı hatırlamakta fayda var. Komşularımız, kendi ülkelerine dönme zamanı geldiğinde burada yakaladıkları mutluluğu, birikimi ve yetenekleri de beraberlerinde götüreceklerdir. Böylelikle, bizler kendimizi onlara iyi komşuluk yapmış ve aynı zamanda küresel adaletin sağlanmasına katkıda bulunmuş insanlar olarak görebiliriz.

Ayhan Kaya

Bilim Akademisi Üyesi (Bilgi Üniversitesi)

[1] Araştırmanın detayları için tıklayınız

Ana görsel: Shutterstock

0 Yorum

Bir Cevap Bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

®  2024 Araştırıyorum 

Düşünceler

Paylaşmak istedikleriniz mi var?

Gönderiliyor

Kullanıcı Bilgileriniz İle Oturum Açın

Bilgilerinizi Unuttunuzmu?